E.R., Scrubs, Grey’s Anatomy, House… 2000’ler hastane dizilerinden geçilmiyor bildiğiniz gibi, ancak daha bunların hiçbiri ortada yokken, Kutsi henüz Dr. Derek Shepherd olmamışken bu alemlerde bir tek o vardı…
Karşınızda efsanevi Theme Hospital.
Bullfrog ve Electronic Arts ortaklığıyla 1997 yılında piyasaya çıkan Theme Hospital’da, aynen selefi Theme Park’ta olduğu gibi bir işletme kuruyorduk. Ancak bu sefer işler ciddiye biniyordu: konu bir eğlence parkı değil, ölümle yaşamın, mutlulukla derin üzüntülerin bir arada olduğu bir hastaneydi.
Bu hastanenin diğerlerinden, tamamen bizim emrimiz altında olmasından başka, bir farkı daha vardı, o da yapımcıların espri anlayışıydı. Gerçekten de Bullfrog’un mizah anlayışı oyuna hakimdi.
Bu özellikle oyunda tedavi etmeye çalıştığımız hastalıklarda kendini gösteriyordu. Örneğin, daha ilk bölümden itibaren, hastanemize kafalarının büyüklüğünden şikayet eden hastalar geliyordu, biz de bunları özel bir kafa patlatma makinesine yönlendiriyor, uzman doktorlarımız hastaların kafalarını balon misali patlatıyor, fazla bölümü bisturiyle kesip alıyor ve elde kalan kısma tekrar hava üfleyerek hastaları yıllardır özlemini çektikleri normal boyutlardaki kafalarına kavuşturuyorlardı.
Bölümler ilerledikçe hastalıklar da çeşitleniyordu. Hastanemiz, eczaneden bir iksir içerek sağlığına kavuşan görünmez adamlardan, merdane yardımıyla dillerini kopararak tedavi ettiğimiz dili ağzına sığmayan hastalardan, kendini Elvis sanan akıl hastalarından, iskeleti görünen transparan hastalardan, veya sadece grip olmuş olan zavallılardan geçilmez oluyordu zamanla.
Ancak hastane işletmek tabii ki kolay değildi. Her koca kafalı, koca dilli, transparan ciltli hastanın şikayeti aynı olmuyordu. Bazen doktorlar tanı koyamayıp, “Bu %72 ihtimalle koca kafa hastalığı ama tam bilemedim” diye bizlere danışıyorlardı. Biz sırf hastanın tipine bakıp “Tamam ben biliyorum bu hastalığı ya, koca kafa işte” deyip tedaviyi basabiliyorduk, ancak her ayrı özel bir ilgi gerektirdiğinden bizim koca kafa hastalığı zannedip tedavi ettiğimizi sandığımız şey hastayı öldürebiliyordu. Giden itibar da kolay kolay geri gelmiyordu. .
İtibar gerçekten de çok önemliydi. Hastanenizdeki ölümler, yalnış tedaviler, çalışmayan kaloriferler, fare delikleri, solan çiçekler, bunların hepsi itibarınızı düşürebiliyordu. Aynı şekilde hastanenizi beğenen VIP’ler, sorunsuz tedaviler, temiz koridorlar, mutlu hastalar da işlerin tıkırında gitmesini garanti ediyordu.
Oyunun ilk bölümlerinde mükemmel hastaneyi yapmak kolaydı. Danışmaya prezentabl bir bayan koyar, üç beş hademe alır, iki tedavi odası, bir yatakhane, bir eczane, bir psikolog ile işleri kolayca yürütürdük. Ancak oyunda ilerledikçe işler sarpa sarmaya meyilli hale geliyordu. Hastalar koridorlarda kusmaya başlıyor, salgınlar başgösteriyor, çiçekler soluyor, doktorlar zam istiyor, onları gören hemşireler de kazan kaldırıyor, işler aksıyor, itibarınız düştüğü için hastanenin masraflarına para yetişmez oluyor ve böyle bir kısır döngü başlıyordu. Biz de doktorların maaşını arttırarak, Bizimkiler’deki Abbas Efendi’ye benzeyen temizlik görevlilerinden beş tane daha alarak veya fare deliklerinin önüne yangın söndürücü veya kalorifer gibi bilumum nesneleri dizmek suretiyle delikleri tıkayarak bu kötü gidişata bir dur demeye çalışıyorduk.
Fare avı oyunun önemli bir kısmıydı. Hastanemizi ele geçiren pislikle savaşabilmek için görevin bizzat bize düştüğü bir unsurdu bu. Fareler bir delikten öbürüne heyecanla hızlı hızlı koşarken biz onları avlamaya çalışır, üzerlerine getirdiğimizde nişan alan imleç bir çifte misali fareleri öldürmeye çalışırdı. Bullfrog bu aktiviteye o kadar önem vermişti ki iki hastane bölümü arasında sadece fare avladığımız bir bonus bölümü bile bulunuyordu oyunda.
Ancak yeri geliyor işler çığrından çıkıyordu. Doktorlar bilardo atari oynayacağım diye hastaların yüzüne bakmaz oluyor, eğitim ve ar-ge mali sıkıntılar nedeniyle durma noktasına geliyordu. Durum bazen o kadar kanıksanıyordu ki normalde hastalara “Patients are required to be patients.” veya “Lütfen koridorlarda kusmayalım.” şeklinde seslenen resepsiyonistlerimiz yeri geliyor hastalara “Koridorlarda ölmemeniz önemle rica olunur.” şeklinde anonslar yapmak zorunda kalıyorlardı.
Fakat ne yazık ki ölüm ferman dinlemiyordu. Azrail hiç yoktan beliriyor, hastaların yolu üzerinde öbür dünyaya bir kapı açıyor, başarısızlığımızı yüzümüze vururcasına hastalarımızı elimizden alıyordu. Düşen hastaların ruhu meleklere dönüşüp cennete yükseliyor, bize de “Vadesi bu kadarmış…” deyip, ölen ölür kalan sağlar bizimdir düsturunu benimseyerek oyuna devam etmekten başka bir seçenek kalmıyordu.
90’ların başında emekleyen oyun kültürünün bu onyıl boyunca attığı dev adımlardan biriydi Theme Hospital. O yılların oyunlarından Civilization II, Caesar III, Diablo ve de Commandos ile birlikte sonraki yıllarda en çok “Dur şunu bir yükleyeyim…” dedirten oyunlardan biri oldu kuşkusuz.
Pingback: Caesar III | 90'lar Müzesi
Pingback: Diablo | 90'lar Müzesi
dunyanin en iyi oyunu
Paranıza para katmak için cheat yaptığınızda resepsiyondaki hatun “Warning, a cheat is running the hospital” diye bas bas bağırırdı 😀 süper oyundu
inanılmaz bir oyundu ya! Anne baba doktor bende, bi de hastane mevcut, oyun döneminde olan amiga yerine pc alınmış bir çocuk ve önünde theme hospital var. İngilizce yok. Ama oyunu iyi oynardım diye hatırlıyorum. O zaman iletişim bu kadar güçlü değil, anneleri tanıştırıp öyle gidiyorsun arkadaş evlerine, mutfakta atıştıracak bir kaç kurabiye öncesi zaten pc nin açma tuşuna basmışsın. DX386yı benimkisi. Sonra oyunu arkadaşına gösterip caka satıyorsun, bak ben şunu şunu şöyle yaptım, şöyle iyi oynuyorum. Yaşlanıyoruz!
Pingback: Caesar III | 90'lar Müzesi