Batı merkezli protest kültürün tüm yüzyıla yayılan evriminde 90’lara düşen diğer onyıllardan farklı oldu sevgili müzeseverler. Kendini bir anda köşeye sıkışmış bulan 90’lar jenerasyonu öfkeliydi, sinirliydi, saldırgandı.
90’lara gelen yolu kısaca inceleyecek olursak, devlet karşıtı söylemin popüler kültür neferi olan Orwell’in ‘1984‘ü, yayınladığı tarih olan 1949’da toplumun dikkatini, devlet fazla güçlendiği an vatandaşın ezileceğine çekmeye çalışmıştı. 1984‘ün yavrusu kült çizgi roman V For Vendetta ise 1982’de yayınlanmıştı ve ‘Vatandaşlar hükümetlerden değil, hükümetler vatandaşlardan korkmalı’ düsturuna ve ikonik maskesine en çok 2000’lerin devlet karşıtı sokak eylemlerinde rastlanacaktı.
90’lar öncesinde günümüzde tahayyül etmesi güç bir akım da vardı. ABD ve kapitalizmin yılmaz savunucusu Andy Warhol ve fabrika tayfası Coca-Cola ve McDonald’s a tapıyor, bütün dünyanın bu sisteme kayması durumunda hayatın bayram olacağını savunuyorlardı. Sabretmesini bilen ve çalışan herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olabilirdi.
Tabii bunu 1990’larda kalkıp Tyler Durden’a söylerseniz ağzınızı burnunuzu kırardı muhtemelen. 1990’lardaki düşman Orwell’in öngördüğü gibi aşırı güçlenmiş bir devlet değil, Warhol’ün bayıldığı sistemdi. Farkında olmadan bu sistem tarafından yönlendiriliyordunuz; bütün enerji ve vaktinizi para kazanmaya ayıracaktınız ve sonra o parayla herkesin yaptığı şeyi yapıp farklı olduğunuza inanacaktınız. İşte 90’lar, önce birkaç iyi adamın, sonra hatrı sayılır bir kitlenin bu tabloya bakıp “Bir dakika lan, n’apıyoruz?” dediği dönemdi.
İşin kötüsü bu sistem denen nane devlete göre daha soyut, daha esnek, bulup saldırması, taş atması daha zor bir düşman vardı insanlığın karşısında. Üstelik bu sistemin yalanına uyandığınızda iş işten geçmiş oluyor, yüksek maaşlı ama gayet önemsiz insanlar olduğunuz dank ediyor ama istifa etseniz hayatınızın kayacağı beyaz yakalı işinize gitmeye devam edip pembe lüks sabunlarınızı almaya devam ediyordunuz eliniz mahkum. Bu durumda öfkeden başka pek seçenek de kalmıyordu.
90’larda üretilen iki eseri bu noktada incelemekte fayda var sevgili müzeseverler. Bunlardan biri, 90’ların en iyi albümlerinden biri olan ve siyasetten sisteme her şeye karşı bir konsepte sahip OK Computer, daha doğrusu albümün bu konseptinin harika bir özeti olan Fitter Happier adlı interlude.
Fitter Happier, 2 dakika içerisinde kendini mutlu sanan şehir insanına alternatif bir bakış getiriyor ve bu türün belki de en umutsuz ve karamsar tanımını yapmayı başarıyordu. Hem de öyle geleceğe dair bir uyarı filan değildi bu, tongaya getirilerek olduğumuz insanın tanımıydı. Uzlaşmacı görünen, fakat aslında tek istediği ruhumuz olan mekanik bir sesin ağzından, sistemin bizden nasıl bir birey olmamızı istediği anlatılıyordu. Hatta bu o kadar sinsi bir yönlendirmeydi ki, insanların seksten aldığı zevki bile yok etmeye çalışan 1984‘ün Parti’sinin aksine bu yeni sistem ufak tavizler vererek kendinizi mutlu sanmanıza sebep oluyor ve itaatkar köleliğinizi böylece sonsuza kadar elde ediyordu. Bu öyle bir sistemdi ki işteki üretkenliğinizin düşmemesi adına geceleri kabus görmemeniz, stretsiz rahat bir uyku çekmeniz için her şeyi yapmaya hazırdı. Sevdiğinize düşkün olmanızı, ama aşık olmamanızı istiyordu çünkü yalnızlık gibi aşk da performansınızı düşürebilirdi. Bebeğiniz ve mutlu bir yuvanız olacaktı, pazar günleri arabanızı yıkayacak, hayvanlara asla zarar vermeyecektiniz. İdealist değil pragmatist olacaktınız, öyle aman aman duygusal olmayacaktınız ama hâlâ güzel bir filmde ağlayacaktınız; ne de olsa ineği öldürmek değil, yalnızca sütünün tamamını sağmak istiyorduk. O yüzden spor salonlarına gidecek, sağlığınıza dikkat edecek, ilacınızı dengeli besininizi ihmal etmeyecek ve bütün bunları daha mutlu olmak adına yapacaktınız. Ancak kafese koyduğu domuzdan antibiyotiği esirgemeyen sistemin tek derdi daha verimli çalışabilmenizdi.
Bir diğer eser ise Chuck Palahniuk’un 1996 yılında yazdığı, ancak daha çok David Fincher’ın 1999 yılında çektiği aynı isimli filmiyle tanınan Fight Club – Dövüş Kulübü. 90’ların en kült eserlerinden olan bu kitap/film, medya ve sistem tarafından şımartılıp pohpohlanan, kendinden bekleneni yapan ve bunun sonucunda çok önemli biri olduğuna inanan insanlara atılan bir tokattı. Silikleşen bireyin ironik bir şekilde egosu daha da şişiyor, önemli biri olduğuna veya olacağına olan inancı daha da artıyordu. Bu işleyişe önce ufak, sonra büyük çomaklar sokmayı kendisine görev edinmiş bir grup cengaverin hikayesi anlatan filmin kredi kartlarını, bankaları, sigorta sistemlerini, insan doğasını doğrudan hedef alan anarşist duruşu sürpriz finalinin gölgesinde kalıyor, belki de kitleler açısından “Ooooğlum o adam var ya aslında…”nın ötesine öyle aman aman geçemiyordu. Oysa kült Fight Club, özel olduğuna inandırılarak büyümüş neslin benzer bireylerinin, asla 15 dakikalığına ünlü olamayacağını, üstüne üstlük bir de bunca zamanı bir köle olarak geçirdiğini fark ettiğinde hissettiği öfkeyi en iyi yansıtan eserdi belki de.
Öfke yayıldı. ‘Fuck the system’ yazan rozetler çantaları, işe giderken metrolardan inen insan seli videoları ekranları süslemeye başladı, protest eserler piyasaya çıktı, çok da ilgi görüp nice ICQ info’sunu süsledi. Açıkçası öyle hemen pek bir şey değişmedi ama, belki de gelecekteki bir devrimin ayak sesleri olan 2011 yılının ‘Occupy Wall Street’çileri, %99’cuları bunları izleyerek büyüyen nesildi.
Fakat o yıllarda gel zaman git zaman, sisteme karşı olmak da sıradanlaştı, içi boşaldı ve neredeyse sistemin size yüklediği görevlerden biri oldu. Bütün bu söylenenler ne kadar gerçekçi ve mantıklı olursa olsun sistem karşıtlığı öfkeli bir ergen davranışı haline geldi ve insanlar tekrardan gönül rahatlığıyla sigortacı olabildiler.
Ancak biz ideal geleceğe ait en kuvvetli umutların en azından bir parçasının 90’ların inatçı ve öfkeli sistem karşıtlığı içinde yattığına inanmak istiyor ve bu post’umuzu Tyler Durden’ın ünlü konuşmasıyla noktalıyoruz…
“… Allah kahretsin, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor. Beyaz yakalı köleler… Reklamlar arabaların ve giysilerin peşinden koşmamızı, ihtiyacımız olmayan boktan şeyleri alabilmemiz için nefret ettiğimiz işlerimizde çalışmamızı sağladı. Biz tarihin ortanca çocuklarıyız. Ne yerimiz var ne amacımız. Bir Büyük Savaş’ımız yok bizim, Büyük Buhran’ımız yok. Bizim Büyük Savaş’ımız ruhani bir savaş. Büyük Buhran’ımız kendi hayatlarımız. Televizyon tarafından bir gün milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inandırılarak büyüdük. Ama olmayacağız. Ve bunu yavaşça öğreniyoruz. Ve çok, çok öfkeliyiz.”
the fisrt rule of the fight club is dont talk about fight club
bu blog neden aktif değil daha o kadar çok konu var ki unutmayın birileri bekliyor….