Evet, evet. Şarkının adı Amerika. Fakat şurası kesin ki 90’lar gençliği bu şarkıyı, hatta bu ülkeyi, “macera dolu Amerika” olarak tanıdı.
Amerika, Rafet el Roman’ın 1995 çıkışlı Gençliğin Gözyaşı adlı albümünden bir parça. Ve Türkiye’nin 90’lardaki Amerika saplantısının Türk popuna ve pop klipçiliğine doğrudan yansıması olan New York fetişinin en büyük örneklerinden.
Aslında üzerinde birazcık düşünülse bile bu saplantının ortaya çıkmama ihtimalinin olmadığı gayet açık bir şekilde görülebilir. SSCB’ye havlu attırarak Soğuk Savaş dönemini tarihe gömen, savaşını canlı yayınlayabilen Amerika, 90’larda zaten dünyada şov yapmaktaydı. İngiltere Kraliçesi’nin de, yan apartmanınızın kapıcısının da Coca Cola içtiği bir dünya galip gelmişti. Rocky Ivan Drago’yu dövmüştü ve ülkemizi yönetenler bile bizim “küçük Amerika” olmamız gerektiğini söylüyordu. Biz böyle bir kültür ve değerler karmaşası içindeyken, bize küçüklükten beri hedef gösterilen Batılılaşmanın en elle tutulur unsurlarından olan gökdelenleriyle ABD’nin gözbebeği New York adeta tacın tepesindeki mücevherdi, sopaya bağlı havuçtu. Ulaşılmazdı, inanılmazdı.
Peki ya bir Paris, bir Londra veya bir Roma yeterince sıradışı değil miydi? New York’ta olup onlarda olmayan ne vardı?
Sanırım öncelikle bunlar coğrafi yakınlıklarından dolayı daha sıradan şehirlerdi. Okyanusun ötesinde, uzak olmasına rağmen namı bütün dünyaya yayılmış, pırıl pırıl parlayan bir şehir daha dikkat çekiciydi. Fakat bu cevabın ufak bir kısmıydı. Cevabın asıl kısmı ise hepimizin küçük birer Amerika sevici olmasıydı. Avrupa’nın modası geçmişti, oysa New York ihtiyacımız olan her şeye sahipti. Kafamızı azıcık çıkarıp dışarı bakabildiğimizde düşlerimizdeki her şeyin orada zaten olduğunu görmüştük. 60’lar, 70’ler sosyetesinin bir ayağının bulunduğu Avrupa artık ‘out’tu. Yeni dünyanın başkenti tartışmasız bir şekilde New York’tu.
Peki ya burada klip çekebilseydik?
Ne dersiniz, hoş olmaz mıydı? Emekleyen ama yürümeyi çabuk öğrenen Türk pop müzik sektörünün de klipler için gözünü New York’a dikmesi pek gecikmedi. Dön Bebeğim, Yaşandı Bitti, Ölürüm Sana gibi fark yaratan çalışmaların klipleri New York’ta geçiyordu.
Rafet El Roman da yeni albümünde New York fenomenine kayıtsız kalamamıştı. Amerika’ya giden ve gördükleri karşısında aklı çıkan birinin anlatıldığı şarkıda, insanların renklerine, giyim ve eğlence tarzlarına vurgu yapılıyordu. 20. yüzyılda galip gelen yaşam tarzı imrendirilerek anlatılıyordu. Bunlar bize o kadar uzaktı ki, sokaklarda akıp giden bir hayata “bu nasıl bir yaşam?..” diye şaşırıyorduk.
New York’a ayak basan Rafet El Roman’ı şaşırtan ilk şey gökdelenlerin yüksekliği olmuştu. Ayrıca sokaklarda her renkten insan görmek mümkündü. Üstelik İstanbul ahalisi İstiklal Caddesi’nde Galatasaray’dan aşağı bile inmeye başlamamış, Tünel tarafından geceleri ‘tehlikeli’ diye uzak durulurken, New Yorklular sürekli sokaklardaydı ve basketbolu, müziği ve dansı ihmal etmiyorlardı. Kaldı ki bizim tehlikeli diye yaklaşmayacağımız yerler New York için o kadar normaldi ki… Rockçılar, rapçiler ve junkie’ler, bir serserilik paktı ve hoşgörüsü çerçevesinde bir araya geliyor, ışığa uçan pervaneler gibi geceleri ateş ateş varillerin etrafında toplanıyorlardı.
Aslında Rafet El Roman’ın hayret ettiği, Memo’ya ve bizlere anlattığı yaşam tarzının sıradanlığı Türkiye’nin ne gibi bir dönemden geçtiği ve başına neler geleceğine dair çok büyük ipuçları taşıyordu. Düşünsenize, herkeste ‘kot pantelon’ olması, rapçilerin ve rockçıların çizgilerini belli etmekten çekinmeden sokaklarda dolaşması, hakkında şarkı yapmayı gerektirecek kadar sıradışı bir şeydi.
Esasında kaderimiz çoktan çizilmişti. Biz de gökdelenlerimize kavuşup mutlu olacaktık…
Pingback: Yonca Evcimik | 90'lar Müzesi
Pingback: Yonca Evcimik | 90'lar Müzesi