17 Ağustos 1999

90’lar bahane. Amaç aslında 17 Ağustos sonrasını hatırlayarak 12 yıl arayla yaşanan 2 depreme aynı ülkenin verdiği tepkilere bir göz atmak. Aslında bu doğrudan 2000’ler boyunca yaşadığımız değişikliklere ayna tutacağından bir “2000’ler Müzesi” konusu olurdu belki ama, bu seferlik bir istisna olsun.

Bundan 12 yıl önce yaşadığımız 7.5’lik Gölcük depremi, hem Türkiye’nin, hem de dünyanın son yıllarda yaşadığı en büyük felaketlerden biriydi. Ve biz bu büyük felaket karşısında bile akıl sağlığımızı korumayı çok daha iyi becermiştik milletçe.

Acımızın sembolü olmuştu bu dede.

Çoğumuz küçüktük ve öyle aman aman bir deprem tecrübemiz yoktu, bu sebeple 17 Ağustos gecesi 03.02’de 45 saniye içerisinde her şey vardan yoka dönüşürken neler olup bittiğini anlayamamıştık. En temel tanım korkuydu, yıkımın boyutları ise sabahla birlikte ortaya çıkmaya başlamıştı. Sabah televizyonlara ulaşan ilk rakam 150 ölü olduğuydu, bu sayı zamanla 500, 1.000, 3.000, 5.000 derken 20.000’i bulmuştu… Depremin ülkenin yoğun nüfuslu batı bölgesinde gerçekleşmesi bilançoyu ağırlaştırmıştı. Aylar sonra resmi rakam 18.000 civarında açıklansa da birçok gayriresmi kaynak bu sayının 50.000 civarında olabileceğini savunuyordu. Binyıl kapanırken gelip bizi bulan bu deprem yüzyılın en büyük felaketleri arasına girmişti.

Depremin devasa boyuttaki yıkımının yarattığı toplumsal travma kolay kolay atlatılamadı. Birbirine yaslanmış eğik binalar, Veli Göçer’in siteleri, Akut’un kahramanlıkları, araba farlarının ve jeneratörlerin ışığında devam eden arama kurtarma çalışmaları, toz toprak içerisinde depremden günler sonra enkazdan çıkarılanlar, etraftakileri susturduktan sonra dev bir enkazın içine doğru haykırılan “Sesimi duyan var mı?” çağrıları bu akıl almaz acının uzuuun süre kimse tarafından unutulmamasına yol açtı.

1999'de İzmit Körfezi çevresindeki yıkım çok büyüktü.

O zamanlar da bu depremin, yıkılan binlerce bina arasında Gölcük Deniz Kuvvetleri Komutanlığı birimlerinin de olması sebebiyle, Allah tarafından laik Türk ordusuna yapılan bir ikaz olduğunu savunanlar olmuştu. Hatta bu “7.4 yetmedi mi”ciler, geri zekalılıklarına doymayarak işi depremde ölenlerden hiçbirinin “namazında niyazında olan gerçek Müslümanlardan” olmadığını iddia etmeye kadar götürmüştü. Ancak kendilerine hiç prim verilmemişti, insanlar yardım-acı arasında gidip gelirken uyandırabildikleri tek tepki “Bir dur Allahını seversen” olmuştu. Bu acı tüm ülkenin, hatta bölgenin kenetlenmesini sağlamış, olması gerektiği gibi fani olan her şey bir kenara bırakılmış, herkes insan hayatından daha değerli bir şey olmadığını hatırlamıştı.

Gölcük depreminin büyüklüğü en başta 6.7 olarak açıklanmış, daha sonra 7.4, daha sonra da 7.5'e çekilmişti.

23 Ekim 2011 itibariyle ise bu sonuç büyük ölçüde unutulmuş gibi duruyor. 7.2’lik şiddetiyle Anadolu tarihinin en büyük depremlerinden biri olan 2011 Erciş depremi toplumun bir kesiminde pek de öyle üzüntü yaratmış gibi durmuyor. 1999’de Allah’ın tuhaf bir yöntemle laik Cumhuriyet karşısında siyasi İslam’ı desteklediğini düşünenlere şimdi bir de Allah’ın bu klasik yöntemiyle PKK sempatizanlarını cezalandırdığını düşünenler eklendi ve bu insanlar bir hayli gürültü çıkarabildi ki bu depremin asıl artçı şoku buydu.

2011 yılında bu tabloda üzülecek bir şey göremeyen insanların sayısı hiç de az değil.

Ağzı olanın konuştuğu sosyal medya iğrenç ırkçılık hamlelerinden geçilmezken TV kanalları da bu furyadan nasibini alıyordu. Kimi çıkıp “Birkaç hafta önce polise jandarmaya taş atan da Vanlılar değil miydi? İşte herkes haddini bilecek…” laflarıyla adeta ölümü kutlarken, sözlerini cımbızla seçecek kadar ihtiyatlı davranamayanlar, “Deprem her ne kadar Van’da da olsa hepimiz çok üzüldük” gibi oldukça talihsiz olsa da (ki bir haber spikerinin hangi sebepten olursa olsun enkaz altında insanlar varken böyle bir cümle sarf etmesi kabul edilemez), başka bir zaman ve mekanda atlatabileceği bir kazadan dolayı toplumsal cinnetimizin nefret nesnesi oluyordu. Bu sinir ve ruh sağlığı bozukluğu, depremden birkaç gün önce yaşanan bir diğer facia Çukurca terör saldırılarıyla açıklanamayacak kadar sıradışıydı. Yardım çağrılarında bulunan ve aralarında müzemizin de bulunduğu birçok kişi ve kuruluş, bizleri insanlığından utandırmaya yetecek kadar “Bir de bunlara yardım mı edeceğiz??” tepkisi aldı.

2000’li yılların bir öncesi ve bir sonrasında yaşanan bu felaketler ülkenin yakın siyasi tarihine ışık tutuyor aslında. Artık 2000’lerde ne olduysa, bugün bu ülkenin bazı vatandaşları, ülkenin Kürt nüfusu yoğun doğu bölgesinde yaşanan bir felaketi sanki kendi ülkelerinde değil de bin yıllık düşman bir ülkede olmuş gibi algılıyor. 2000’lerde siyasi ve ekonomik kazanç için ülkeyi geren her oyuncunun, 5-10 yaşında 1999 depremine tanık olmuş çocukların bugün aynı durumdaki Doğulu vatandaşlarının haline sevinmesinin, onların nefretinin sorumluluğunu alması gerekiyor.

Newton’un şaşmaz “Evrendeki her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır” kuralını bir kez daha hatırlatıyor, nacizane sesimizle insanlarımızın birbirine beddua değil yardım ettiği bir dünya için herkesi sağduyuya davet ediyoruz…

Umut hep var.

This entry was posted in Gündelik Hayat, Siyaset. Bookmark the permalink.

3 Responses to 17 Ağustos 1999

  1. zeynep says:

    çok güzel bir yazı olmuş, bir zamanlar ortak acımıza birlikte ağlayabiliyorduk en azından…

  2. melquiades says:

    kafayı yemeseydik iyiydi…

  3. oziboy says:

    en sondaki resim çok manidardı

Leave a comment